İngilizcede Phrasal verbs, öğrendiğiniz zaman günlük hayatta kullanılması çok keyifli olan ama bizim gibi yabancılar için öğrenmesi en zor olan, bir fiile, edat ya da zarf eklenmesiyle oluşan kelime gruplarına deniyor.
Phrasal verbleri öğrendiğiniz ve cümlelerde doğru kullandığınız zaman ingilizceyi öğrenmişsiniz demektir.
Phrasal verbs çoğunlukla bir edat ve birden daha fazla sözcük veya sözcük grubunun bir araya gelmesinden oluşan eylemlerdir. Phrasal verbs’ ler çoğu kez dilin güncel kullanımlarından ortaya çıkar ve sık kullanıldığı için zamanla dilin ana yapısını oluşturur. Phrasal verbs hem geçişsiz hem de geçişli fiil olarak kullanılabilir.
Aşağıdaki fotoğraflara tıklayıp örnekleri bnüyütebilirsiniz.
Phrasal verbleri öğrendiğiniz ve cümlelerde doğru kullandığınız zaman ingilizceyi öğrenmişsiniz demektir.
Phrasal verbs çoğunlukla bir edat ve birden daha fazla sözcük veya sözcük grubunun bir araya gelmesinden oluşan eylemlerdir. Phrasal verbs’ ler çoğu kez dilin güncel kullanımlarından ortaya çıkar ve sık kullanıldığı için zamanla dilin ana yapısını oluşturur. Phrasal verbs hem geçişsiz hem de geçişli fiil olarak kullanılabilir.
Aşağıdaki fotoğraflara tıklayıp örnekleri bnüyütebilirsiniz.
GEÇİŞSİZ FİLLERE ÖRNEK
(The children were sitting around, doing nothing (Çocuklar hiçbir şey yapmıyorlar, öylece oturuyorlardı.)
The witness finally broke down on the stand. (Tanık sonunda durumu değiştirdi)
GEÇİŞLİ FİİLLERE ÖRNEK
GEÇİŞLİ FİİLLERE ÖRNEK
Our boss called off the meeting. (Patronumuz toplantıyı erteledi)
She looked up her old boyfriend. (Eski erkek arkadaşını aradı.)
Bu yapıdaki bir fiil ile birleşmiş kelimeye (çoğu kez bir edat ile) takı denir.
Phrasal verbs ‘ler ile ilgili yaşanan problem, öncelikle anlamlarındaki belirsizliktir ve çoğunlukla P.V’ler birkaç farklı anlamı ifade ederler.
Örneğin;
To make out: bir şeyin farkına varmak veya görmek, Bu sözcük grubu aynı sevişmek anlamına da gelebilir.
If someone chooses to turn up the street (Eğer biri caddeden yukarı doğru gitmeyi tercih ederse)
Yukarıdaki örnekte kullanılan “Turn up” bir edat ile bir fiilin birleşmesidir ama bir P.V değildir. Yani gerçek anlamında kullanılmışlardır. Ama aşağıdaki örnekte “turn up”phrasal verb olarak kullanılmakta ve tamamen farklı anlamlar vermektedir.
if your neighbors unexpectedly turn up (appear) at a party or your brother turns up his radio,
( Eğer komşularınız beklenmedik bir anda bir partiye gelirse veya erkek kardeşiniz radyonun sesini yükseltirse)
( Eğer komşularınız beklenmedik bir anda bir partiye gelirse veya erkek kardeşiniz radyonun sesini yükseltirse)
Ayrıca P.V ‘ ü oluşturan fiil, edat veya sözcük grupları her zaman yan yana yazılmazlar.
“Fill this out,” (Bunu doldurun) diyebiliriz ya da
“Fill out this form.” diyebiliriz. Her ikisi de doğrudur.
“Fill out this form.” diyebiliriz. Her ikisi de doğrudur.
Phrasal verblerin geniş listesini; ayrılabilir-ayrılamaz, geçişli-geçişsiz phrasal verbs’lerin listesi aşağıda verilmiştir. Fiillerin listesi kısa tanımlarla ve örneklemelerle bir araya getirilmiştir. Liste basıldığı takdirde kullandığınız yazı tipi veya tarayıcınıza göre beş veya altı sayfadır. Öncelikle bu dili öğrenenlerin P.V konusunda başarılı olmak için yapmaları gereken şey, çok fazla okumak ve dinlemektir. Bir de iyi bir sözlük edinmek, oldukça yararlı olacaktır.
Seperable (Ayrılabilir) Phrasal Verbs Nesne, phrasal verbs ‘ den sonra gelebilir, veya cümleyi iki kısma ayırabilir.
· You have to do this paint job over. (Bu boyamayı tekrar yapman gerekir.)
· You have to do over this paint job.
Aşağıdaki Phrasal verbs’lerin nesnesi zamir olduğunda, bu iki kısmın ayrılması gerekir
| ||
Fiil | Anlam | Örnek |
blow up | Patlamak, havaya uçurmak | The terrorists tried to blow up the railroad station. “Teröristler demiryolu istasyonunu havaya uçurmaya çalıştılar.” |
bring up | Bir konudan bahsetmek | My mother brought up that little matter of my prison record again. “Annem, o kadar da önemli olmayan sabıka kaydımdan bahsetti.” |
bring up | Çocuk yetiştirmek. | It isn’t easy to bring up children nowadays. “Bu günlerde çocuk yetiştirmek kolay değil.” |
call off | İptal etmek | They called off this afternoon’s meeting “Öğleden sonraki toplantıyı iptal ettiler.” |
do over | Bir işi tekrar etmek | Do this homework over. “Bu ödevi tekrar yap.” |
fill out | Bir formu doldurmak | Fill out this application form and mail it in. “Bu başvuru formunu doldur ve postala.” |
fill up | Tamamen-ağzına kadar doldurmak | She filled up the grocery cart with free food. “Sepeti tamamen, bedava yiyecekle doldurdu.” |
find out | öğrenmek | My sister found out that her husband had been planning a surprise party for her. “Kız kardeşim kocasının onun için sürpriz bir parti düzenlediğini öğrendi.” |
give away | Birisine bir şeyi bedava vermek | The filling station was giving away free gas. “Benzin istasyonu bedava gaz veriyordu.” |
give back | Bir şeyi geri vermek | My brother borrowed my car. I have a feeling he’s not about to give it back. “Erkek kardeşim arabamı ödünç aldı.Arabayı geri vermeyeceğini düşünüyorum.” |
hand in | Bir şeyi onaylamak (ödev yapmak) | The students handed in their papers and left the room. “Öğrenciler, ödevlerini tamamladılar ve sınıftan çıktılar.” |
hang up | Telefonu kapatmak | She hung up the phone before she hung up her clothes. “Kıyafetini asmadan önce telefonu kapadı.” |
hold up | Geciktirmek | I hate to hold up the meeting, but I have to go to the bathroom. “Toplantıyı geciktirmekten hiç hoşlanmıyorum ama lavaboya gitmem gerekiyor.” |
hold up (2) | soymak | Three masked gunmen held up the Security Bank this afternoon. “Üç maskeli ve silahlı adam Güvenlik Bankasını bu öğleden sonra soydular.” |
leave out | Atlamak, çıkarmak, savsaklamak | You left out the part about the police chase down. (Polisin kovalamasıyla ilgili bölümü atladın.) |
look over | incelemek, kontrol etmek | The lawyers looked over the papers carefully before questioning the witness. (Theylooked them over carefully.) “Avukatlar tanıkları sorgulamadan önce evrakları dikkatlice incelediler.” |
look up | Bir listenin içinde aramak | You’ve misspelled this word again. You’d better look it up. “Bu kelimeyi yine yanlış yazdın.Doğru yazılımına baksan iyi olacak.” |
make up | Bir hikaye veya yalan uydurmak | She knew she was in trouble, so she made up a story about going to the movies with her friends. “Başının belada olduğunun farkındaydı bu yüzden arkadaşlarıyla sinemaya gittiğini uydurdu.” |
make out | Duymak, algılamak | He was so far away, we really couldn’t make out what he was saying. “O kadar uzaktaydı ki onun ne söylediğini duyamadık.” |
pick out | Seçmek | There were three men in the line-up. Shepicked out the guy she thought had stolen her purse. “Sırada üç adam vardı.Cüzdanını çaldığını düşündüğü adamı seçti.” |
pick up | Bir şeyi kaldırmak | The crane picked up the entire house. (Watch them pick it up.) “Vinç bütün evi havaya kaldırdı.” |
point out | Dikkat çekmek, belirtmek | As we drove through Paris, Francoisepointed out the major historical sites. “Paris’ten arabayla geçerken, Francoise başlıca tarihi yerlere dikkatimizi çekti.” |
put away | Saklamak | We put away money for our retirement. Sheput away the cereal boxes. “Paramızı emekliliğimiz için saklıyoruz.” |
put off | Ertelemek | We asked the boss to put off the meeting until tomorrow. (Please put it off for another day.) “Patrondan toplantıyı yarına kadar ertelemesini rica ettik.” |
put on | Giyinmek | I put on a sweater and a jacket. (I put themon quickly.) “Bir süveter ve ceket giydim.” |
put out | Söndürmek | The firefighters put out the house fire before it could spread. (They put it outquickly.) “İtfaiyeciler yangını, bütün evi sarmadan söndürdüler.” |
read over | Dikkatli okumak | I read over the homework, but couldn’t make any sense of it. “Ödevi dikkatli okudum ama hiçbir şey anlamadım.” |
set up | Düzenlemek, kurmak | My wife set up the living room exactly the way she wanted it. She set it up.
“Karım sofrayı tam istediği gibi hazırladı.”
|
take down | Not etmek | These are your instructions. Write themdown before you forget. “Unutmadan bu bilgileri bir yere not et.” |
take off | Kıyafet çıkarmak | It was so hot that I had to take off my shirt. “Hava öyle sıcaktı ki tişörtümü çıkartmak zorunda kaldım.” |
talk over | tartışmak | We have serious problems here. Let’s talkthem over like adults. “Yaşadığımız ciddi problemleri tıpkı bir yetişkin gibi tartışmalıyız.” |
throw away | atmak | That’s a lot of money! Don’t just throw itaway. “Pahalı bir şey o! Sakın atma.” |
try on | Kıyafet denemek | She tried on fifteen dresses before she found one she liked. “Beğendiği elbiseyi bulana kadar on beş tane kıyafet denedi.” |
try out | denemek | I tried out four cars before I could find one that pleased me. “İstediğim arabayı bulana kadar dört tane araba denedim.” |
turn down | Bir şeyin sesini kısmak | Your radio is driving me crazy! Please turn itdown. “Radyonun yüksek sesi beni rahatsız ediyor.Lütfen biraz sesini kıs.” |
turn down (2) | Reddetmek, geri çevirmek | He applied for a promotion twice this year, but he was turned down both times. “Bu yıl iki kez terfi etmek için talepte bulundu ama her defasında geri çevrildi.” |
turn up | Bir şeyin sesini yükseltmek | Grandpa couldn’t hear, so he turned up his hearing aid. “Büyük babam duyamadığı için kulaklığının sesini açtı.” |
turn off | Elektriği kapamak | We turned off the lights before anyone could see us. “Kimse bizi görmeden ışığı söndürdük.” |
turn off (2) | Mide bulandırmak, tiksindirmek | It was a disgusting movie. It really turnedme off. “O kadar kötü filmdi ki midem bulandı.” |
turn on | Elektriği açmak | Turn on the CD player so we can dance. “CD çaları açta dans edelim.” |
use up | boşaltmak | The gang members used up all the money and went out to rob some more banks. “Gangsterler bütün parayı boşalttılar ve birkaç banka daha soymak için gittiler.” |
Inseperable (ayrılmaz) Phrasal Verbs Transitive (Geçişli) Aşağıdaki phrasal verbs ‘ ler ile asıl eylem cümlede birlikte yer aldığı edatlardan (veya diğer kısımlardan) ayrılamaz :”Who will look after my estate when I’m gone” “Ben yokken evime kim bakacak?” | ||
Fiil | Anlam | Örnek |
call on | Ezbere okumak | The teacher called on students in the back row. (Öğretmen arka sıradaki öğrencilerin isimlerini ezbere söyledi.) |
call on (2) | Ziyaret etmek | The old minister continued to call on his sick parishioners. “Eski başkan, hasta kilise cemiyeti üyelerini ziyaret etmeye devam etti.” |
get over | Bir hastalığı atlatmak veya bir hayal kırıklığının üstesinden gelmek | I got over the flu, but I don’t know if I’ll ever get over my broken heart. “Nezleyi atlattım ama kırılan kalbimi onarabilecek miyim, hiç bilmiyorum.” |
go over | Yeniden incelemek, gözden geçirmek | The students went over the material before the exam. They should have gone over it twice. “Öğrenciler sınavdan önce konuları tekrar gözden geçirdiler. İki kez bakmalıydılar..” |
go through | tüketmek | They country went through most of its coal reserves in one year. Did hego through all his money already? “Ülkeleri, bir yıl içinde en çok, kömür rezervlerini tüketti. Bütün parasını şimdiden harcadı mı?” |
look after | İlgilenmek, bakmak | My mother promised to look aftermy dog while I was gone. “Annem ben yokken köpeğime bakacağına söz verdi.” |
look into | Araştırmak, incelemek | The police will look into the possibilities of embezzlement. “Polis zimmete para geçirme olasılıklarını araştıracak.” |
run across | rastlamak | I ran across my old roommate at the college reunion. “Eski oda arkadaşımla kolej yemeğinde karşılaştım.” |
run into | Karşılaşmak, rast gelmek | Carlos ran into his English professor in the hallway. “Carlos İngilizce profesörüyle koridorda karşılaştı.” |
take after | benzemek | My second son seems to take afterhis mother. “Ortanca oğlum annesine benziyor.” |
wait on | Servis yapmak | It seemed strange to see my old boss wait on tables. “Eski patronumu masalara servis yaparken görmek çok tuhaftı.” |
Üç Kelimeden Oluşan Phrasal Verbs (Geçişli) Aşağıdaki phrasal verbs ‘ ler de üç kısım göreceksiniz : “My brother dropped out of school before he could graduate.” “ Erkek kardeşim mezun olamadan okulu bıraktı.” | ||
Fiil | Anlam | Örnek |
break in on | Bir sohbeti bölmek | I was talking to Mom on the phone when the operator broke in on our call.
“Operatör konuşmamızı kestiği zaman telefonda annemle konuşuyordum.”
|
catch up with | Yakın olmak | After our month-long trip, it was time tocatch up with the neighbors and the news around town. “Aylar süren yolculuğumuzdan sonra, komşulara ve kasaba çevresine yakın olup onlardan haber almanın vakti gelmişti.” |
check up on | İncelemek, kontrol etmek | The boys promised to check up on the condition of the summer house from time to time. “Çocuklar yazlığa zaman, zaman bakmak için söz verdiler.” |
come up with | Bağışta bulunmak | After years of giving nothing, the old parishioner was able to come up with a thousand-dollar donation. “Eski kilise cemiyeti üyesi bin dolarlık bir bağış yaptı. Yıllardır hiçbir bağışta bulunmamıştı.” |
cut down on | Kesmek, azaltmak | We tried to cut down on the money we were spending on entertainment. “Eğlenceye harcadığımız parayı azaltmaya çalıştık.” |
drop out of | Sınıfta kalmak | I hope none of my students drop out ofschool this semester. “Umarım öğrencilerimin hiç biri bu sömestr sınıfta kalmaz.” |
get along with | İyi anlaşmak | I found it very hard to get along with my brother when we were young. “Erkek kardeşimle anlaşmak, küçükken daha zordu.” |
get away with | Bir işten sıyrılmak | Janik cheated on the exam and then tried to get away with it. “Janik sınavda kopya çektiği halde bu işten sıyrılmaya çalıştı.” |
get rid of | kurtulmak | The citizens tried to get rid of their corrupt mayor in the recent election. “Vatandaşlar son seçimlerde fırsatçı belediye başkanından kurtulmaya çalıştı.” |
get through with | bitirmek | When will you ever get through with that program? “Bu programı ne zaman bitiriceksin?” |
keep up with | Geri kalmamak | It’s hard to keep up with the Joneses when you lose your job! |
look forward to | Dört gözle beklemek | I always look forward to the beginning of a new semester. “Yeni sömestrin başlamasını her zaman dört gözle beklerim.” |
look down on | Hor görmek, küçümsemek | It’s typical of a jingoistic country that the citizens look down on their geographical neighbors. Komşularını, tipik ırkçı ülke vatandaşları küçümserler. |
look in on | Birini ziyaret etmek | We were going to look in on my brother-in-law, but he wasn’t home. “Kayınbiraderimi ziyaret edecektik ama evde yoktu.” |
look out for | Önce davranmak, tahmin etmek | Good instructors will look out for early signs of failure in their students “İyi eğitimciler öğrencilerinin yapacakları hataları önceden görürler.” |
look up to | Saygı göstermek | First-graders really look up to their teachers. “Eski nesil, öğretmenlerine gerçekten saygı gösterirler.” |
make sure of | Doğrulamak, emin olmak | Make sure of the student’s identity before you let him into the classroom. “Öğrencilerinizi sınıfa almadan önce, kimliklerinin doğru olduğundan emin olun.” |
put up with | Hoşgörü göstermek | The teacher had to put up with a great deal of nonsense from the new students. “Öğretmen yeni öğrencilerin bütün saçmalıklarını hoş görmek zorunda kaldı.” |
run out of | tükenmek | The runners ran out of energy before the end of the race. “Koşucuların dirençleri, yarışın sonuna gelmeden tükenmişti.” |
take care of | İlgilenmek, sorumlu olmak | My oldest sister took care of us younger children after Mom died. “Ablam, annem öldükten sonra bize, daha küçük çocuklara baktı.” |
talk back to | Kaba bir şekilde cevap vermek | The star player talked back to the coach and was thrown off the team. |
think back on | Yad etmek, anmak | I often think back on my childhood with great pleasure. “Çocukluğumu sık, sık büyük bir mutlulukla anarım.” |
walk out on | Terk etmek, başından atmak | Her husband walked out on her and their three children. “Kocası onu ve üç çocuğunu terketti.” |
Intransitive (Geçişsiz) Phrasal Verbs Aşağıdaki phrasal verbs ‘ ler nesne almazlar. “Once you leave home, you can never really go back again.” “Evden bir kez ayrılırsan, bir daha asla geri dönemezsin.” | ||
Fiil | Anlam | Örnek |
break down | bozulmak | That old Jeep had a tendency to break down just when I needed it the most. “Eski cipim, ona en ihtiyacım olduğu zamanda bozuldu.” |
catch on | tutmak | Popular songs seem to catch on in California first and then spread eastward. “Popüler şarkılar önce California da tutar daha sonra doğuya doğru yayılır.” |
come back | Geri dönmek | Father promised that we would never come back to this horrible place. “Babam, bu berbat yere bir daha dönmeyeceğimize söz verdi.” |
come in | girmek | They tried to come in through the back door, but it was locked. “Arka kapıdan girmeyi denediler ama kapı kilitliydi.” |
come to | Şuuru yerine gelmek | He was hit on the head very hard, but after several minutes, he started to come to again. “Kafasını çok kötü çarptı ama birkaç dakika sonra bilinci yerine gelmeye başladı.” |
come over | Ziyaret etmek | The children promised to come over, but they never do. “Çocuklar ziyaret edeceklerine söz verdiler ama hiç gelmiyorlar.” |
drop by | Habersiz ziyaret etmek | We used to just drop by, but they were never home, so we stopped doing that. “Eskiden habersiz uğrardık ama onları hiç evde bulamazdık bu yüzden artık gitmiyoruz.” |
eat out | Yemek için dışarıya çıkmak | When we visited Paris, we loved eating outin the sidewalk cafes. “Paris’e gittiğimizde kaldırım kafelerinde yemek yemeye bayılırdık.” |
get by | Hayatını sürdürmek | Uncle Heine didn’t have much money, but he always seemed to get by without borrowing money from relatives.
“Heine amcanın çok fazla parası yoktu ama o, akrabalarından borç almadan da her zaman hayatını sürdürürdü.”
|
get up | kalkmak | Grandmother tried to get up, but the couch was too low, and she couldn’t make it on her own. “Büyükannem ayağa kalkmaya çalıştı ama kanepe çok alçak olduğu için kendi başına kalkamadı.” |
go back | Geri dönmek | It’s hard to imagine that we will ever go back to Lithuania. “Litvanya’ya bir daha geri dönemeyeceğimizi düşünmek çok zor.” |
go on | Devam etmek | He would finish one Dickens novel and then just go on to the next. “Dickens romanının birini bitirir, hemen bir sonrakine devam ederdi.” |
go on (2) | Olmak, meydana gelmek | The cops heard all the noise and stopped to see what was going on.
“Polisler bütün gürültüyü duydu ve neler olduğuna bakmak için durdu.”
|
grow up | büyümek | Charles grew up to be a lot like his father. “Charles tıpkı babası gibi olmak için büyüdü.” |
keep away | Uzak durmak | The judge warned the stalker to keep awayfrom his victim’s home. “Yargıç, suçluyu kurbanın evinden uzak durması için ikaz etti.” |
keep on (with gerund) | Devam etmek | He tried to keep on singing long after his voice was ruined.
“Sesini iyice kaybetmeye başladıktan sonra bile şarkı söylemeye devam etmeye çalıştı.”
|
pass out | bayılmak | He had drunk too much; he passed out on the sidewalk outside the bar.
“Öyle çok içmişti ki barın önündeki kaldırıma düşüp bayıldı.”
|
show off | Gösteriş yapmak | Whenever he sat down at the piano, we knew he was going to show off. “Piyanonun başına ne zaman otursa, gösteriş yapacağını bilirdik.” |
show up | Varmak, ortaya çıkmak | Day after day, Efrain showed up for class twenty minutes late. (Efrain ardı ardına derse yirmi dakika geç kalıyordu.) |
wake up | Uyanmak | I woke up when the rooster crowed. “Horoz öttüğünde uyandım.” |
Yorumlar
Yorum Gönder